Düşük bir bütçe ile günübirlik olarak Yunanistan’a gitmek, deniz kenarında balık yiyip geri dönmek mümkün. Nereden mi biliyoruz? Denedik, gördük..
Lüleburgaz’daki kardeşim Sezer’i ziyarete gitmeyi planladığımız bir Cuma akşamı, civarda gezilecek neresi var, hafta sonu neler yapabiliriz diye düşünürken “Dedeağaç’a mı gitsek?” fikri çıktı ortaya. Hem çok yakın, hem daha önce gitmediğimiz bir yer, hem de hava güzel olacaktı. Böylece İstanbul’daki evimizden ayrılırken pasaportlarımızı da aldık yanımıza…

Sınırdaki ilk polis noktasında yalnızca pasaportlarınıza hızlıca göz atılıyor, “neyle geldin, nereye gideceksin,” gibi sorular soruluyor. Türkiye’den çıkış için esas kontrol noktası birkaç yüz metre ileride. Burayı yürürken az da olsa araç kuyruğu oluştuğunu gördük, ancak yaya olmanın avantajı ile pasaport işlemlerimizi hızlıca hallettik, içinde su ve meyveden başka bir şey olmayan çantalarımız kontrol edildi. Sürprizlerle dolu gezimizin ilk şaşkınlığını da orada yaşadık; sınır yürüyerek geçilmiyormuş! Nedeni sınırın Meriç Nehri üzerindeki köprüde olması ve köprünün asker kontrolünde olması. Sınırı geçince otostop yapmaya başlayacağımızı düşünüyorduk ama önce komşuya kadar bizi götürecek bir araca ihtiyacımız vardı, böylece başladık bariyerin yan tarafında beklemeye…

Henüz kontrolden yeni geçmiş, camı açık olan insanlara seslenerek otostopla Dedeağaç’a gideceğimizi ancak sınırı yürüyemeyeceğimizi anlatmaya başladık. Birkaç ret cevabından sonra sınırın yan tarafındaki asker kontrol noktasında bir at arabası gördük. Uğur polise at arabasıyla geçebilir miyiz diye sorup gülerek “onlar tarlalarına gidiyor” cevabını aldığı sırada, büyük bir cip bariyere yaklaştı. İçindeki pek de güler yüzlü olmayan ve bizi almayacaklarını düşündüğümüz karı-koca birkaç metre ileride durunca inanamadık, ilk bindiğimiz araba böylece at arabası değil kocaman bir Range Rover oldu. Makedonya’ya gitmekte olan çift bizi köprüden geçirdi. Onlar araç sırasına girerken biz inip yürüyerek devam ettik ve Yunan polis kontrol noktasından da “Nereye gidiyorsunuz, ne kadar kalacaksınız,” sorularını cevapladıktan sonra geçtik. Ve Yunan topraklarındaydık!

Sınırdan sonra kenara çekmiş olan tır kuyruğunu geçip biraz ileride, araçların henüz çok hızlanmayacağı bir noktada baş parmakları havaya kaldırmaya başladık. İpsala’da aracımızı bırakmamızın üzerinden 1 saat geçmeden, Dedeağaç (Alexandroupolis) yönüne hızla giden bir arabanın içindeydik. Yunanistan’da doğmuş ve evlendikten sonra Türkiye’ye yerleşen ama ailesinin bir kısmı hala İskeçe’de (Xanthi) olan Necdet abimiz, bizi otoyoldaki Dedeağaç sapağına kadar bıraktı. Sapaktan biraz yürüdük ve o yöne bağlanan diğer araçları da görebilmek için biraz ilerledik. Sınır geçişinde bize “kusura bakmayın” diyen araçlardan biri olan Edirne plakalı kırmızı araç yine yanımızdan geçti, ikinci kez bizi almadılar. Ama bu onları son görüşümüz değildi, hissediyorduk..

Bir süre sonra Yunan bir abimiz bizi aldı, sapaktan şehrin girişine kadar olan yaklaşık 2 kilometrelik mesafeyi beraber gittik. İnanamıyorduk, cebimizden herhangi bir ücret çıkmadan ve çok vakit de kaybetmeden Dedeağaç’a varmıştık. Burada günübirlik neler yapılabileceğini başka bir yazıda anlatacağım.

Dönüşte geç saate kalırsak veya araç bulmakta zorlanırsak diye düşünerek otobüs ve taksiyle sınıra ulaşma yöntemlerini araştırmıştık. Üç kişi olduğumuz için taksi ile otobüs fiyatı yaklaşık aynı olacaktı, ancak otobüste tek seçenek hem tercih etmediğimiz bir firmaydı, hem de gece 1.30’da kalkacaktı. O nedenle gezimizi tamamlayıp yemek yedikten sonra, gün batımına 2 saat kala dönüşe geçtik. Şehrin çıkışına kadar yürüyerek, yine otoyol sapağına kadar bizi bırakacak bir araç bulduk. Yalnızca oraya kadar yardımcı olabildiği için defalarca özür dileyen Yunan abimize iyi yolculuklar dileyerek, bu kez biraz daha uzun süre boyunca arabaları durdurmaya çalıştık. Dolu geçen, arkada çocukların olduğu çok araba geçti. Bu arada bu yol bizim gibi günübirlik Yunanistan’a gelenlerin dönüş yolu olduğu için çok Türk plakalı araç geçiyordu. Ancak özellikle 34 plakalar değil yavaşlamak, bize bakmıyordu bile… Daha önce defalarca aracımıza otostopçular almış olmamıza rağmen, güvenemeyenlere de hak vererek motivasyonumuzu kaybetmemeye çalıştık.

B planını ne zaman uygulamaya geçirmeliyiz diye konuşurken, yine Yunan plaka bir araç imdadımıza yetişti. Son derece neşeli, İngilizce bilmeyen iki kafadarın arabasına binerken arka koltukta bulduğum telefonu öne uzattım. Meğer telefon onların değil, az önce Dedeağaç’ta ayrıldıkları arkadaşlarınınmış. Otoyolda kenara çekip telefonun sahibini beklerken onlar Yunanca, biz Türkçe başladık muhabbete. Xanthi’den aldıkları tatlıları ikram ettiler, bir baktık ki kutunun içinde tulumba, kadayıf, baklava… Beklediğimiz arkadaş İngilizce biliyormuş, kafadarların normalde sınıra 5 kilometre kala yoldan sapacağını ama bizim için sınıra kadar gelip oradan geri döneceklerini söyledi. O son 5 kilometreyi yürümek zorunda kalmayacağımız veya tekrar otostopla vakit kaybetmeyeceğimiz için çok sevindik. Bizi sınıra o kadar yakın bir yerde bıraktılar ki, bizimle geçecekler zannettik.

Yunan polisi pasaportlarımızı kontrol ettikten sonra, sınırı yürüyerek geçemeyeceğimizi söyledi. Ancak Türk polisi gibi pasaportlarımızı geri uzatmak yerine, bizi geçirecek bir araç bulduğumuzda vereceğini söyledi. Başladık yine kenarda durup insanlara durumu anlatmaya. Yüzümüze bakmadan katı bir şekilde “hayır” diyenlere kibarca teşekkür ettik. “Ben korkuyorum” diyenlere gülümseyerek bizden korkmamaları gerektiğini ama hak verdiğimizi anlattık. Türkçe anlamayıp “no English” diyen Türk plaka araca sağ elimizi kalbimize koyarak “eyvallah” dedik. Derken o an geldi; bizi o gün iki kez almayan Edirne plakalı kırmızı araç ufukta göründü… ” Artık bineceğiz bu arabaya,” dedik ve dayı-yeğen çok düzgün insanlar olan araç sahiplerine sabahtan beri üçüncü kez karşılaştığımızı, onlar gibi günübirlik gezip geldiğimizi, aracımızın İpsala tarafında durduğunu (elimizdeki araba anahtarını çaktırmadan sallayarak) anlattık. Azmin sonu zafer oldu… Sabah almadıkları için kusura bakmamamızı, Dedeağaç sapağında da bizi görüp yine duramadıklarını söylediler ve bizi Meriç üzerindeki sınır köprüsünden geçirdiler.
Altı farklı araca binip çok eğlenceli insanlarla tanışmış, yeni bir yer görmüş ve günün sonunda yemek ve kahve için 3 kişi 28 Euro dışında masraf yapmadan -elimizdeki paranın yarısını arttırarak- geri dönmüştük. En güzeli de ne olacağını bilmeden yolculuk etmek, işleri akışına bırakmak ve o anların tadını çıkarabilmekti. İnsanlar birbirine biraz daha güvenebilse, dünya hala çok güzel bir yer…
“Ben macera aramıyorum, kendi aracımla gitmek istiyorum” derseniz Özel araçla yurt dışına nasıl çıkılır? yazımızı okuyabilirsiniz.